Ordu Şelekçi İsin'i uğurladı

TAKİP ET

Ordu sokaklarından bir Çelekci İsin geçti. Orduluların yakından tanıdığı ve uuzun süredir rahatsız olan Hüseyin Öztürk yaşamını kaybetti.
Hüseyin Öztürk'ün cenaze namazı Orta Camiinde kılındı. Öztürk, şehir mezarlığında toprağa verildi.
Birol öztürk yazdı;
ŞELEKÇİ İSİN ÖLDÜ!
“Bu yazı, İKS KUŞAĞI ÖYKÜLERİ adlı kitabımda ‘Taşı Taşı Sırtında Dünya’ yı başlılığıyla 2017 yılında yayınlanmıştır. Yazının kahramanı Hüseyin Öztürk’ün 18 Eylül 2023 tarihinde vefatından dolayı, onun hatırasına saygı için tekrarlanmıştır)
Şelekçi İsin bu (“şelek” sırtta yük taşımaya yarayan sepetin yerel adı), neler görmüş geçirmiş ve nelerine şahit olmuştur şu kentin, kent de o da sır gibi saklıyor yaşananları, ikisi de çekmiş sineye…
Kolay iş değil öyle Şelekçi İsin’den, Dilenci Hüseyin’e dönmek…
Kör olası kahpe devran!
24 Nisan 2013’ü gösteriyordu tarih ve artık paltosuz gezebilme mevsimidir… Şelekçi İsin düştü aklıma nedense, epeydir de görünmüyor, göremiyorum. Kimseler aldırmaz belki onun yokluğuna ama bana mühim. Öyle gözümün önünde durmalı delilerimiz, garibanlarımız… Varlıkları zulümdür başkalarına ama bende tam tersi, yoklukları zulümdür bana.
Şelekçi İsin, şimdilerde (2017 yılı) huzurevinde kalıyor ama 2013 yılının Nisan’ının 24’ünde sokaktaydı ve artık Dilenci Hüseyin’di adı da namı da…
Soyadını biliyor muydu?
En son ne zaman lazım olmuştu soyadı?
Tın Tın İsin’ di adı delikanlılığında… Evlenmiş, barklanmış, çoluk çocuğa karışmıştı, bu defa da; Şelekçi İsin’di… Bilmeyenler için; şelek dediğimiz; bildiğiniz sepettir daa. 
İsin, o şelekle bir ömür, Çarşamba Pazarı’ndan zerzevat taşımıştı Ordu’nun her yerine. Ağır ve yalpalayan adımlarla, sessiz, sakin, taşımıştı koca bir kenti sırtında… Artık gücü kuvveti tükenip de elden ayaktan düşünce, Dilenci Hüseyin oluvermişti. Bir aralar Fidangör’ de, yol üstünde, bir çöp bidonu gibi konularaktan, dileniyordu. Şimdilerde postane önünden stadyuma doğru giderken, Orta Cami’ nin üst duvarı dibinde, iki büklüm, yine o bildiğiniz hâllerde dileniyor İsin.
Efirli’ de, at arabacı bir babanın sekiz çocuğundan biri olaraktan dünyaya gelir Hüseyin Öztürk. Tanrı, bazı kullarına “yoksul ol!” diye hükmeder ve onlar da her şeyleriyle yoksul olurlar. Hüseyin Öztürk de, nam-ı değer Şelekçi İsin, Tanrı’nın “yoksul ol” diye buyurduklarındandı. Yoksulluk Tanrı’ sı bir babanın kucağına, yoksulluğun kucağına açar gözlerini İsin. On beşine falan geldiğinde sırtına bir şelek alır ve gençliğin gücüyle girer en ağır yüklerin altına. 
Ekseriyetle Çarşamba Pazarı’ndan zerzevat taşıdığı hatırlansa da İsin, her türlü yükü taşırdı. Hatta müzik kursuna giden varsıllı ailelerin çocuklarının akordeonları gibi, uç eşyaları bile taşırdı, ücreti mukabilinde.
Gözlerinin mavi olduğuna kaç kişi dikkat etmiştir acaba! İsin’in gözlerine bakma ihtiyacını kaç kişi duymuştur! Ben baktım İsin’in gözlerine… 
Şimdilerde bulanıklaşmış olsa da bir zamanların ışıl ışıl maviliğini gördüm gözlerinde İsin’ in.
O maviliktir belki de İsin’in hikâyesini yazmama sebep.
İsin, bu kentin sembollerindendir. Tıpkı Deli Muharrem gibi… İsin eşittir Deli Muharrem değildir kesinlikle. İsin’ in hikâyesi başka bir dramdır esasında. Kentli alışmıştır İsin’e. Tın Tın İsin’ ken de Şelekçi İsin’ken de ve şimdilerde Dilenci Hüseyin’ken de hep alışkındık ona. Onu, sırtında şeleği, ağır ve yalpalayan adımlarla yürürken de beli bükülmüş, ayaklarını sürte sürte yürürken de ve şimdi, bir duvar dibinde, iki büklüm o dilenirken görmeye alışkındık.
Yoksuldu İsin!
Öyle laf olsun diye değil. Tamtakır, dımdızlak, kupkuru, Allah’ına kadar yoksuldu İsin. Öyle sonradan görme falan değil, yedi kuşaktan beri yoksuldu İsin.
”Nasıl bir hayatın olsun isterdin? “ diye sorunca, susup kalıyor.
Bildiği, sevdiği tek hayat buydu? İsin için bundan başka bir hayat olur muydu!
Kentin garibanıydı İsin; fitre zekât verilip de hayır duaları alınacak en sağlam kaleydi İsin. Allah’ tan bir dileği olanların “dileğim gerçekleşirse İsin’e sadaka vereceğim” kozu, en sağlam ulvi taahhüttü bir yerde. İsin, sadaka verilmesi gereken bir sembol, bir totemdi. Hep böylesini gördü İsin, hep böylesine layık görüldü. Alıştı zamanla, aldırmadı bu garip durumuna. 
Muhtaçlıktı İsin’ in kaderi ve onun avucuna birkaç kuruş sıkıştırmaktı vicdanı rahatlatmanın adı, bizler için.
İsin, temiz olmayı, zengin olmayı, sırtında yük olmadan başı dik yürümeyi hiç bilmemişti. Babasından ötürü, İsin’in sırtından çok geçindiği de söylenir ya, günahı vebali boynuna artık. İsin, sırtından geçinenleri Allah’a havale edemeyecek kadar da saf ve garibandır aslında. Sürdüğü bu hayatı garipsememesi gerektiğini öğretiyordu hayat, garip bir şekilde.
Musallada, hangi hakkımızı helal edeceğiz Şelekçi İsin’e!  Görmezden geldiklerimizi mi?
Yıllarca, sırtında taşıdıklarından biriktirdikleriyle bir ev alır İsin, Selimiye Mahallesi’ neden. Öyle ya; ahrette iman, dünyada mekândı… Şimdi başını sokacağı bir de evi vardır. Bir ev, bir kadın ve üç çocuk… Biri kız, ikisi oğlan… Oğlanlardan birinin, azıcık büyüyünce madde bağımlısı olduğu iddia edilir ve trajik bir trafik kazasında ölür…
İsin’in de kendince bir dünyası vardı işte. Babaydı, kocaydı… Bir evin küçük Tanrı’ sıydı İsin… Selam verip selam alıyor, hürmet edip hürmet görüyordu İsin… Karısı Fahriye’yle, oğlu Dursun Ali ve kızı Hamide’ yle hayat devam ediyordu.
“Ordu’nun Dereleri”  türküsünü ve yahniyi seviyordu en çok… Keşke parası çok olsaydı da sabah, öğlen, akşam, üç öğün hep yahni yeseydi. Şöyle, eti bol, patatesi, maydanozu, soğanı tam kıvamında, az acılı… Bir tas, iki tas, icabında üç tas peş peşe… Yanında da bolca ekmek… Ayran da içer miydi? İçsindi be! Ayran da içsindi İsin! Bir bardak, iki bardak… İcabında bir sürahi…
Yıllarca, koca bir kentin yükünü sırtında taşıyaraktan aldığı evini, otuz bin liraya satıvermiş oğlu, ihtiyaçtan mı dersin zorunluktan mı bilinmez. İsin de yine Selimiye Mahallesi’ nde, aylık iki yüz liraya, it bağlasan durmaz, bir evde kiracı olmuştu. Artık karısından başka kimse yoktur yanında. Kızı evlenip gitmiş, oğlu da kendi yolunu çizmiştir. Karısı dersen, katarakttır. Gözleri çok az görür, dengesini da sağlayamaz son zamanlarda, yalpalar durur dümeni kırılmış takalar gibi.
İsin, bir duvar dibinde, yine umursanmaz, unutulmuş hayatını yaşıyor…
Yetmiş altı yaşındaymış, öyle diyor… Hafızası yerinde sanki, sorulan her soruya, tereddütsüz cevap veriyor. Laf arasında “beni televizyona çıkarttılar “ diyor… Bu, onun için çok önemli olmalı, birkaç defa söylüyor “beni televizyona çıkarttılar” diye. Kuvvetle muhtemel ki; televizyonda kendisini seyretmiş. Televizyonda gördüğü kendini beğenmiş olmalı ki ha bre “beni televizyona çıkarttılar” diyor. İnsanoğlu işte her koşulda, her şekilde kendisiyle övünmeyi seviyor. İsin de ömrü hayatında ilk ve son olaraktan televizyona çıkıyordu işte, şu Kadir İnanır ’dan dan, şu Tarık Akan’ dan neyi eksikti İsin’in?Gurur duyuyordu kendisiyle besbelli ki…
“Kim çıkardı seni televizyona?” diye soruyorum ve vereceği cevabı duyabilmek için iyice yanaşıyorum İsin’e.
Tanrım! Bu nasıl bir koku! 
İsin, öyle bir kokuyor ki; delirten bir gazı ansızın üzerime püskürtmüşlerdi sanki. Hani, balığı ayıklarsınız da başını, bağırsaklarını bir torbaya koyar, o torbayı da üstü açık bir lağım çukurunun yanına koyarsın, on gün, yirmi gün, yüz gün o torba o lağım çukurunun yanında kalır, iki koku birbirine bir iyice karışır ya, işte İsin de öyle kokuyordu. İsin’ in kokusu insanın gözlerini yaşartıyor, nefesini kesiyor. Yanından geçenlerin üstüne başına siniyordu, nefesine karışıyordu. İnsanın kanına karışıyordu İsin’ in kokusu.
Ağzında kalan birkaç dişi adamakıllı paslanmıştı. Beyazlayan sakalları uzamış ve tüm pisliğine rağmen o sakallar inanılmaz bir aklıktaydı. 
Kulaklarında, paslı dişlerini saklayan dudaklarında ve avurtlarındaki kadim, irinli yaralar belki de İsin’ in geldiği son hâlin en net fotoğrafıydı. Üzerindeki pantolonun ve ceketin artık her hangi bir rengi yoktu. Renksiz bir kirlilikte ve tarifsiz bir acı kokudaydı İsin. Kirli bir yağlılıkla kentin en işlek caddelerinde unutulmuştu İsin.
Kasketini yanlamasına geçirmişti başına. Biliyorum ki, o kasket erkekliğin şanındandı. O kasket başında olmasın, çıplaktan sayardı kendini İsin. Erkek adam dediğin, çıplak çıkar mıydı ele güne? İsin, erkektendi en nihayetinde.
“Hastalığın var mı?” diyorum. Allah biliyor ya, artık nefesimi tutuyorum, İsin’in kokusu üzerime siniyor. Nefes alış verişim İsin’in kokusu artık. O ki; bir ömür geçirmişti bu kokuyla, bendeniz bir saat zor dayanıyordum.
“Var” diyor.
Başka bir soru ya da yanıt beklemeden “romatizma” diyor.
Koca bir kentin yükünü taşıyan, ağır ve yalpalayarak yürüyen o bacakların, artık altmış kiloluk bedenini bile çekemez hâle gelmesini, belinin bir daha asla doğrulmamak üzere bükülmesini “romatizma” ya bağlıyor İsin. Doğru olabilir mi? İsin, doktora gitmiş ve hastalığına teşhis konulmuş olunabilir mi? Hiç sanmıyorum! İsin, yola gidemez hâle gelen bu hâllerine kendince bir izahat getiriyordu besbelli… İsin’ e göre Şelekçi İsin romatizmaydı.
Yaz kış sokakta, kaldırım taşı üzerinde, iki büklüm otururdu İsin. İçinde birkaç kuruş bulunan karton kutunun başını bekleyen ey gidinin İsin’i ey! Elbet romatizmaydı, Karadeniz’in bu neminde, yağışında… Paslanmıştı, o güçlü kemikleri demek ki!
“Sen bu hâlde, buraya nasıl gelip, nasıl gidiyorsun İsin?” diye sorası geliyor insanın.
“Allah getirip, götürüyor beni” diyor. Mavi gözleri bulanmış, sislenmiş.
Dikkatli bakınca, güzel adamdan bile sayılırdı aslında İsin. Tüm kirliliğine rağmen beyaz tenli, kaşı, burnu, yüzü, orantılı… Gözleri mavi… Gök mavi… Bariz mavi… Muhtemelen de gençliğinde sarışınmış İsin.
”Gözün kör olsun yoksulluk!” demeyip de ne diyelim başka.
İsin’ e kalsa, maaşı bile var! Var mıdır İsin’ in maaşı? Emekliliği ya da ne bileyim yaşlılık, sakatlık türünden bir maaşı var mıdır İsin’ in? Şayet varsa, Allah aşkına nedir bu sefaletin manası?
Bir Şelekçi İsin var ki, bilmeyenimiz yok!
Orada, postane önünden stada doğru yürürken, Orta Cami’ nin üst duvarı dibinde, üzerine sinekler kona kalka dilenen… İcabında, bir taş heykele kötü muamele edildi diye sıkılmış bir yumruk gibi bir araya gelen bizler, bir İsin’ in dramını bitiremedik ya, ne diyeyim!
İsin, muhakkak sokaktan kurtarılmalı. Kendini bildi bileli, birilerini sırtında taşıyan bu garibanın hayır duasını almak, memnuniyetine tanık olmak, tarifsiz bir erdemdir diye düşünüyorum. İsin, devletin himayesine alınmalı. Şu koca dünyada, bayat balık ve sidik kokusu karışık, başka türlü, sabun sabun, çiçek çiçek kokmak olduğunu da bilmeli İsin. İsin, bu kentin vefasının da sembolü olmalı!
Ey gidinin Şelekçi İsin’i ey! Koca bir kentin yükünü, bir ömür sırtında taşıdın da koca bir kent senin altmış kiloluk bedenini taşıyamadı daa! Eee insan eti ağırdır demişler… İnsan eti ağırmış be Şelekçi İsin!
Yaşadığın dramın farkında değilsin, farkındayım… Elimden gelen senin adını tarihe yazmaktı, benden de bu kadar… Şu yalan dünyadan bir de sen gelip geçtin ya, tarih onu da yazdı ya, var ömrüm uzun olsun!
Açlığın dini olma
Yoksulluğun vatanı
Kör olasın… Kör olası kahpe devran
***
Hüseyin Öztürk, Tin Tin İsin, Şelekçi İsin tam 85 sene ömür sürdü şu dinine yandığımın kavanoz dipli dünyasında ve 18 Eylül 2023 tarihinde, öğlen namazını müteakip kaldırıldı çilekeş bedeni…
Benden ötürü “o çocuk beni gazeteye çıkardı” dediği gelmişti kulağıma, kitaba basıldığını hiç bilmedi…
Ruhun şâd olsun Hüseyin Amca!